Kendime çay içiyorum.
Bu ülkede aslında başlı başına muhalefet sayılır. Çünkü bizde çay hep kalabalığa yapılır: misafir gelir, eş dost toplanır, siyaset konuşulur, ülke kurtarılır. Ben tek başıma oturup çay içince, sanki iktidara ters düşmüşüm gibi hissediyorum.
Demlik fokur fokur kaynıyor. Çaydan çıkan buhar, memleketin gündemi gibi: çok gürültülü, ama üç dakika sonra dağılıyor. Bardağa dolduruyorum, daha ilk yudumda fark ediyorum ki çay fazla acı. Bu noktada ister istemez düşünüyorsun:
“Acaba çayı mı yanlış demledim, yoksa ülkeyi mi?”
Siyasetçiler çıkıp her gün umut dağıtıyor ya hani… Tıpkı ilk bardak çay gibi. Sıcak, dumanlı, parlak görünüyor. Ama biraz bekleyince kararıyor. Yudumladığında ise dilini yakıyor. Sonra herkes birbirine kızıyor: “Sen fazla beklettin, yok hayır sen şekeri attın.”
Gündelik hayat da öyle aslında. Market fiyatlarına bakıyorsun, maaşla kıyaslıyorsun, sonra dönüp kendi kendine soruyorsun: “Bu çaya bir de limon mu katsak acaba?” Çünkü çay pahalı değil belki ama yanında aldıkların pahalı. O yüzden çoğu Bingöllü’nün hayatı, sade çay gibi: şekersiz, limonsuz, tuzsuz…
Bir yudum daha aldım. Soğumuş. Dedim ki kendi kendime:
“Bu ülkede en büyük ortak paydamız çay. Ama işte ona bile zamanında yetişemiyoruz.”
Ve fark ettim: Bizde siyaset de gündelik hayat da hep aynı hatayı yapıyor. Çayı kaynatıyorlar, sonra bırakıyorlar. Kimse zamanında içmiyor. Sonra acılaşan çayın suçunu birbirine atıyorlar.
Ama ben, kendi mutfağımda, kendi bardağımla, kendime çayımı içerken şunu düşündüm:
Belki de bu ülkede en devrimci hareket, çayı tam vaktinde içmek.
- Fuat Sönmez





